
BATI MEDENİYETİ İLE İSLAM MEDENİYETİNİN TABİATI
Batıcı ve batıl bir eğitimin(!) çemberinden geçen akıllarımız ve fikirlerimiz için bazen anlayışı kolaylaştırmak noktasında batılı kelimeler kullandık, kullanacağız. Heyhat “akıl” maalesef sahip olduğu kelimeler ve mefhumlar ile akledebiliyor. Bu sebeple aziz okuyucunun nazar-ı müsamaha ile bu tabirata bakmasını rica ederim. Bütün bütün İslam’ın ıstılahatını kullanıp İslam’ın kavramları ile düşünmek her halde İslam Medeniyetinin hayata, eğitime, kültüre ve sokağa hakim olmasıyla ancak mümkün olacak. Neylersiniz? İslam’ın en evvel yıkıldığı yer maalesef lisanımız ve düşüncemiz olmuş. Va esefa!
Hidayetin ve onun kaynağı olan dinin karşısında “küfrün tek millet oluşu” hakikatinin ölçüsüyle bakarsak çıkış noktasında buluşan kapitalizm ve sosyalizm veya bilinen tabirle batı ve doğu blokunu yapılandıran sistem ve ideolojiler kavram olarak hepsi “Batı Medeniyetidir”. Çünkü ikisinin de çıkışı felsefedir ve aynı asıldan doğan ikizlerdir. Bediüzzaman Hazretleri bunların kaynaklarının Roma dehası(felsefesi) ve Yunan dehası(felsefesi) olduğunu işaret ettikten sonra karakteristik özelliklerini beyan eder. Biri hayal-alud diğeri maddeperesttir. Hayal-alud tarifine karşılık gelebilecek kavram “utopia” diye eski Yunan’da isimlendirilen “Ütopyacılık”; “Maddeperestlik” ise materyalizmdir. Ütopyacılık günümüzde sosyalizm ve onun bir sonraki aşaması olan komünizme inkılab etmiştir. Ama günümüzün komünist teorisyenleri bunu komünizmde bir aşama olarak değerlendirip ütopyacılıktan sonrasına “bilimsel komünizm” demişler. Tabi bilimsel olunca tadından yenmez oluyor ki insanlığa bir türlü yediremediler. Batı cenahında ise materyalizm sistem olarak kapitalizm canavarını üretti. Çıkış yerinin aynı olması hasebiyle biz ikisini de bir değerlendirip Avrupa veya Batı me-deniyeti diye ifade edeceğiz. Buna mukabil İslam medeniyetinin ahir zamandaki banisinin “Mehdiyet” olması noktasından İslam medeniyetini de yer yer Mehdiyet olarak ifade edeceğiz.
Bu ikiz kardeşler küfr-ü mutlak olan felsefeden doğmalarına rağmen kendi aralarında hiçbir zaman imtizaç edip birleşemediler. Oysa bunların birleşmesinde medet umulan “mürur-u zaman” yani zaman aşımı ve Hristiyanlık ve yeni yüzyılın putları olan “bilim ve teknoloji” hepsi topyekun çabaladı, uğraştı. Aynı kabın içinde bulunan “su ile yağ” gibi hep ayrı kaldılar. Güya bunlar birbirinin tamamlayıcısı veyahut devamıydı. Bu ikizler öküz gibi reddettiler kendilerine dayatılan birleştirme vasıtalarını ve hep birbirleri ile boğuştular, savaştılar. İnsanlığa iki büyük cihan savaşı ve irili ufaklı onlarca savaşla dolu üç yüz yıllık bir savaş tarihi hediye bıraktılar. Ayağa kalktıklarında sıcak savaş, oturduklarında ise soğuk savaşlar yaptılar.
Batı medeniyetinin kendi içinde halleri bu iken bunlardan insanlığa medet uman ahmaklar ise bunları bir de İslam ile birleştirmeye ve kaynaştırmaya kalkıyorlar. Bir zamanlar zalim bir ahmak “İslam sosyalizmi”nin mucidi olmak istedi. Köpeği olduğu Sosyalizm, değişen konjonktür gereği onu Kapitalist Avrupa’ya yem olarak sundu. Kaddafi denen alçağı ve akıbetini bilmeyeniniz yoktur sanırım. “Koç” gibi kapitalistlerin kucağında antikapitalist Müslüman diye kendini yaftalayan, kapitalistlerin gezi parklarında kapitalizme karşı çıktığını sanan yeni ahmaklarımıza ibret olur mu bilmem?
Batı me-deniyetinin mümessili olan ülkeler İslam coğrafyasında yaptıkları nice katliamları yetmezmiş gibi yıllardır bu mimsiz medeniyetlerini güya İslam ile birleştirerek bir “İslam demokrasisi” oluşturmaya gayret ediyorlar. Bilim ve teknoloji putunun da yardımıyla Alem-i İslam’ın başına musallat etmek istedikleri “demokrasi putunun” Müslümanların içinde maalesef epeyce hayranı var. “İslam ve demokrasi” diye konuşmaya bayılan bu bir sürü ahmağın çevirdikleri oyunu da elhamdülillah Mısır’daki darbeci demokrat(!) uşaklar bozdu. Mısır’da demokrasi yoluyla iktidara gelen Müslümanlar ezkaza Türkiye’deki gibi zahiren başarılı olsa idiler daha doğrusu göstermelik bir iktidarda üç-beş sene kalsa idiler, birçok Müslüman bu sayede bu “demokrasi putuna” tam iman edecektiler. Ve belki de kendi rızaları ile Avrupa’nın boyunduruğu altında kendilerini bırakacaktılar. Ancak alçak Batılılar böylesi bir kazanıma rağmen sabredemeyip kendi uşaklarına darbe yaptırarak gerçek yüzlerini ortaya koydular. Hülasa bu felaket gibi görünen hadise ile belki Müslümanları aldatarak Mehdiyetin karşısına dikecekleri “demokrasi” oyunu da böylece bozulmuş oldu. İslam’ı bu Batı medeniyetiyle aşılama ve böylece ifsad etme planları hiçbir zaman hız kesmedi. Etrafa göz gezdirirseniz bu gayr-i meşru imtizacın veled-i zinalarını bolca görebilirsiniz. Bir yanda iyice semirmiş “kapitalist Müslümanlar”, öte yanda bunlara karşı çıkan “antikapitalist Müslümanlar”, reformcusu, demokratı, devrimcisi, ılımlısı, limonlusu daha neler neler. Oysa bu imtizacın, kaynaştırmanın eşyanın da tabiatına ters olduğu ortada. Nasıl olsun ki!!!
Evvela madenleri, çıktıkları menbaları ayrı. Biri mahza Hüda’dan yani hidayetten, ahir zaman itibariyle Mehdiyetten. Öteki ise beşerin şerli dehasından, zulmetli felsefesinden, kirli aklından.
Biri Kur’an’ın nuru, Şeriat-ı Ahmediye’nin hidayeti ötekisi Roma ve Yunan’ın dehası.
Biri semadan indi öteki arzdan çıktı. Biri kalbde işleyip ordan akla nur verir. Öteki önceliği akla verip kalbi de karıştırır. İslam’ın medeniyeti ruhu inkişaf ettirir, istidat tohumlarını sümbüllendirir, karanlık tabiatı aydınlatır, cismani nefsini emirber bir hizmetkar eyler. İnsana yüksek himmet vererek melek-sima bir ahlakı onun yüzünde gösterir. Batının dehası ise ruha değil evvela nefse ve cisme bakar. Nefsi tarla ederek nefsani ve hayvani istidatları yeşertir, ruhu hizmetkar eder, insanda şeytanın simasını gösterir.
İslam iki hayata ve iki dünyaya birden bakar ve iki hayata, iki dünyaya verdiği nur ve ziya ile insanı, insanlığı yüceltir. Batı me-deniyeti ise DECCAL MİSAL tek gözüyle sadece bir dünya ile bir hayatı görür, sadece maddeyi ve dünyayı tanır, insanlığı alçaltır, alçaklaştırır. Batı sağır tabiata tapar ve kuvveti ferman sahibi görür. İslam şuurlu san’atın üstünde hikmetli kudrete bakar Hakkın fermanını tanır. Batı yeryüzüne küfran perdesi çeker, İslam ise şükran nurunu serper. Bu sebeple Batının felsefesi ama u asamm(kör ve sağır), İslam’ın geldiği Hüda ise Semi u Basir (işitir ve görür) dir.
Batının gözünde yeryüzündeki nimetler sahipsizdir. O sebeple nimetleri gasp etmek ve çalmak, tabiattan koparmak ona canavarca zevk verir. İslam’ın nazarında zemine ve kainata serpilen bunca nimet Rahmet ve Kudretin ihsanı olduğundan nimet üzerindeki Muhsin eli görür ve şükür ile o eli insana öptürür.
İslam medeniyeti ile Batı me-deniyetinin gerek doğduğu kaynağı, gerek insana, gerek kainata bakışını Bediüzzaman Hazretlerinin istikbale tuttuğu projektörden hülasa ettikten sonra aynı ışık altında şimdi de esaslarına bakalım.
Mimsiz Batı medeniyeti beş menfi esas üzerine müessestir. Birinci esası olan “istinad noktası” kuvvettir. Yani Hakka ve hukuka dayanmaz. Hakka karşı kuvveti esas tutar. Batı medeniyetinin medeniyet olmadığının izahında ortaya koyduğumuz üzere yıllık silah harcamaları kuvvete ne kadar taptıklarının ve esas tuttuklarının zahir bir örneğidir. Böylesi bir kuvvetin elbette dünyaya ve insanlığa getirisi sadece tecavüz, taarruz ve ihanetlerdir.
İslam’ın getirdiği medeniyet ise kuvvete bedel “hakk”ı esas tutar. Kuvveti de “hakkın” yani hukukun emrine verir. Böylece zulmün, tecavüzün önünü keser. Haricin taarruzuna karşı da tedafü(savunma) ile karşılık verir. Hakkın her daim getirisi adalet ve tevazündür(denge). Bununda neticesi toplumlarda şikayetlerin bitmesi, selamettin, barış ve esenliğin hakim olmasıdır.
İkinci esasında Batının hedefinde, kasdında sadece “menfaat” vardır. Menfaatin işi sürekli hasımlıklar üretmek ve kitlelere sıkıntılar vermektir. Bununda sonucu cinayetlerle, düşmanlıklarla biten haksız kazanımlardır.
Şeriatın medeniyetinde ise hedef menfaat yerine “fazilettir”. Faziletin işi muhabbet ve yakınlaşma olduğundan topluma kazandırdığı saadettir ve düşmanlığın fertler arasında izalesidir.
Üçüncü esas ise hayatta tabi oldukları ana kanundur. Batı me-deniyeti tek kanun olarak dinsiz felsefenin ana kanunu “hayat mücadeledir” sloganını tanır. Bununda topluma getirisi sonsuz bir çekişme, hasımlaşma, birbirini bitirmedir. Sonucu da kitlelerin çoğunluğunu pençesine alan bir sefalettir, yoksulluktur ve bunun ürettiği yolsuzluktur.
İslam ise hayatta mücadele yerine teavünü, yardımlaşmayı sosyal kanun ve düstur yapmıştır. Bu düsturunda topluma verdiği ittihat ve dayanışma şuuru ve fiilidir. Bundan ise içtimaiyyat ve cemaat hayat bulur.
Avrupa me-deniyetinin dayandığı dördüncü esas cahiliye hayatının esası olan kavmiyetçilik, menfi milliyetçiliktir. Şeytandan miras aldıkları bu en önemli esasın lazımı başka milletleri yutmak, boyundurukları altında sömürmek ve esir etmektir. Bu esaslarının dünyaya hediyesi içinde iki dünya savaşının da bulunduğu müthiş savaşlar, çarpışmalardır.
İslam bunu dipten reddeder. Toplumlar arasından kavmiyetçiliği, ırkçılığı, üstünlük iddialarını tard eder, kovar, çıkarır. Bunun yerine dini rabıtaları, vatan nisbetini, sınıf alakasını ve iman uhuvvetini, kardeşliğini tesis eder. Buda umumi selameti ve barışı netice verir. Haricin saldırısına karşı tavrı sadece savunmadır, düşmanın şerrini def etmektir.
Beşinci esas olarak ta insana ve insanlığa hizmet olarak sunduğu nedir görelim. Batı uygarlığı insanda heva ve hevesi azdırarak karşılığında da sadece -kendilerinin hedonizm diye tabir ettikleri- arzuları ve hevesatı tatmin etmeyi ve sınırsız bir “hazcılığı” insana hizmet diye sunmuştur. Fransız ihtilalinin neticesinde başlayan “cinsel özgürlük devrimi”, sadece dünya zevklerini esas tutan yaşam biçimleri insanı mesh ederek hayvana dönüştürmüştür. Aslını bozmuştur. Öyle ki sosyal hayatlarında insan yerine hayvanlar ön plana çıkacak derecelere ulaşmıştır bu fıtrat bozulması ve değişimi. Afrika ve Asya’da yoksulluklara, yokluklara ve ölümlere mahkum ettikleri aç çocuklar değil, köpek, maymun gibi hayvanatın rahatları ve hakları(!) ahlak anlayışlarında ön sıralarda yer tutar.
İslam’ın insana ve insanlığa sunduğu ise heva ve heves yerine kemalat ve hidayettir. Ruhu nurlandırarak, vicdanı parlatarak, insanın tabiatına dercedilen istidat ve kabiliyet tohumlarını inkişaf ettirerek insanı “ahsen-i takvime” layık hale getirip “eşref-i mahlukat” yapmaktır. Böylece insana hem maddi hem manevi bir terakkiyi, yükselişi yaşatarak toplu bir refahı, kalkınmayı topluma hediye eder.
Aziz okuyucu makalenin uzunluğu zihnini dağıtmasın. Batı me-deniyetinin dayandığı beş menfi esasa mukabil İslam medeniyetinin beş müsbet esasını da beraber gördün. Makalemizin ta en başlarında ifade ettiğimiz ve gerek batılı aydınların gerek İslam mütefekkirlerinin medeniyet tariflerinde ve kriterlerinde müşterek bir nokta olarak gördün ki topluma hatta toplumun ekseriyetine saadet getiren şeye medeniyet denmiş. Halbuki şimdi hükümran olan Batı uygarlığı insanlığa her alanda ilaç değil zehir olmuştur. Ferdi, heva ve hevese esir ederek ahlaksızlaştırmış, toplumların % 80’ini yoksulluğa, % 10’unu rezil bir zenginliğe kalan %10’uda iki arada bir derede rahatsız ve huzursuz bir hale düşürmüştür. İsraf ve tüketim çılgınlık derecelerine ulaşmış ve eskiden dört şeye muhtaç olan insanı şimdiyse dört yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Helal çalışma hayatı idame etmeye yetmez olmuştur. Böyle bir uygarlık(!) fertlere ve toplumlara refah ve saadet olarak bir şey vermediği gibi bütün dünyanın yüzünü kana bulamıştır. Geçmiş bütün asırların bütün vahşetini bir defada iki dünya harbinde kusmuştur. Kendi yapıp taptığı bilim ve teknoloji putunun verdiği dalalet ve tuğyanla firavunane gururu, nemrudane inadı uluhiyet dava edecek bir dereceye ulaşıp sırr-ı hilkate dokunacak noktaya varmıştır. Avrupa ve küfür milletlerini topyekun ifade eden mimsiz “medeniyet-i hazıra” her anlamda yolun sonuna gelmiştir.
Bir yanıt bırakın